ANGORA'DAN ANKARA'YA
Prof.Dr Mehmet Tuncer
Çankaya Ünv. Öğr.Üyesi
“ Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste
yangınlar ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir
karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel
gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir
olduğu pek az yer vardır... “
TANPINAR, A. H. , “Beş Şehir”, 1946.
Başkent Ankara; 20. Yüzyıl başlarında Cumhuriyet öncesinde yanmış, yıkılmış, perişan bir
bozkır kasabasıydı. 1881 tarihinde çıkan bir yangın ile Yukarı Yüz denilen Atpazarı’nda,
Mahmud Paşa Bedesteni, Kurşunlu Han ve çevresindeki irili ufaklı hanlar ve ticari sokaklar,
mekanlar yanarak ekonomik çöküntü ve yıkım yaratmıştı.
15. YÜZYILIN ANGORA’DAKİ EN ÖNEMLİ TİCARİ YAPISI MAHMUT PAŞA BEDESTENİ, MERKEZİN DEĞİŞEN
YAPISI İÇİNDE 19. YÜZYIL SONUNDA İŞLEVİNİ BU ŞEKİLDE BÜTÜNÜYLE KAYBETMİŞTİR.
"SOF" üretimi, iklim özelliklerinin Angora keçisi üzerindeki olumlu etkileri, olayısıyla tiftiğinin
yüksek kalitesi gibi etmenlerle şehri belirleyen başlıca üretimlerden biri olarak yüzyıllarca
devam etmiştir. Angora, 1850’lere kadar bölgenin üretim ve ticaret merkezi niteliğini
korumuştur. Bunda en önemli pay da geleneksel tiftik üretimi ve tiftikten yapılan şal ve sof gibi
çeşitli dokumalardır. 17. Yüzyıla kadar Angora’da “sof” üreten 1000 kadar tezgah olduğu, bu
özelliği ile Angora’nın o dönemlerin en önemli ticaret merkezi olduğu bilinmektedir. Sicillerde
geçen adlardan da anlaşılacağı gibi, Ankara’da da diğer Osmanlı-Türk şehirlerinde olduğu gibi,
her esnaf ayrı bir çarşı ya da sokakta yer almaktaydı.
ANKARA KEÇİSİ (Antique Print-ANGORA GOAT-Thornton-1782)
1711 Gravüründe Angora
Yüzyıllarca Angora’nın en etkileyici kesimi tarih içinde olduğu gibi "KALE" dir. Kale dışında
şehir iki bölümden oluşmuştur. Bu dönemde, Kale ve şehrin en eski kesimleri olan Bedesten,
Hanlar Bölgesi ve Uzun Çarşı'nın bir kısmı "YUKARI YÜZ", bugünkü Anafartalar Caddesi'nin
altında kalan ve Hacı Bayram Camii'nden Karacabey Külliyesi'ne kadar uzanan kısım ise
"AŞAĞI YÜZ" olarak isimlendirilmiştir.
16. yüzyılın başlarından itibaren, Celali Saldırılarına karşı şehri savunmak amacıyla, şehir
sakinlerinin de katılımıyla inşa edilmiş bir "ÜÇÜNCÜ SUR" un varlığı, gravürlerden, bu
dönem Şer'iye Sicilleri incelendiğinde ve seyyahların anlattıkları sonucunda kesin olarak
bilinmektedir
Fransız doğa bilimci Joseph Pitton de Tournefort’un, "Relation d'un voyage du Levant, fait
par ordre du Roy..." isimli 1717 tarihli eserde “Angora Gravürü”, tüm zamanların bilinen en
eski ve en güzel gravürdür.
1701'de Ankara’dan geçen Fransız hekim ve botanikçi Tournefort’un 1711 tarihinde çizdiği
Angora Gravürü, kenti dönemindeki yapılarla birlikte tanıtmak bakımından önceki
çalışmalardan daha önemlidir.
TOURNEFORT’UN ANGORA GRAVÜRÜ
“Günümüzdeki evler kerpiçten yapılmış olsa da duvarlarda çok güzel mermer parçaları da
kullanılmış. Kentin surları alçak ve harap mazgallarla son buluyor, ne var ki, surlarda, özellikle
de kulelerde ve kapılarda, hiçbir ayırım yapılmaksızın, duvarcılık malzemeleriyle yan yana
kullanılmış sütunlar, baştabanlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri ve diğer antik parçalar var;
bununla birlikte kuleler ve kapılar güzel değil: Kuleler kare planlı, kapılarsa çok basit. Yazıtların
bulunduğu yanda birçok mermer parçası kullanılmış olmasına karşın, çoğu Yunanca,
bazılarıysa Latince, Arapça ya da Türkçe olan yazıtlar hala okunabiliyor….”
Tournefort Seyahatnamesi", 2013, S.229.
1
ANKARA’NIN ESKİ BİR RESMİ
“Angora’dan Ankara’ya” başlıklı ilk yazımda 18. Yüzyıla kadar, Angora yerleşiminin fiziki
gelişimini ve ekonomik yapısını, günümüze kadar ulaşan çok kısıtlı kaynaklardan yararlanarak
özetle vermiştim. Bu arada, Fransız doğa bilimci Joseph Pitton de Tournefort’un, tüm
zamanların bilinen en eski ve en güzel mekan tarif eden 1711 Angora Gravüründen
bahsetmiştim. Şehri çevreleyen 3. Sur duvarını gösteren, yapıların yerlerini ve konumlarını
bulmamızda kolaylık sağlayan bu belgeden sonra, bu yazımda da günümüze kadar ulaşan bir
eski önemli belge olan Ankara Tablosu’ndan bahsedeceğim.
Ankara’nın Eski Bir Tablosu
Ankara’nın bilinen en eski, hala pırıl pırıl korunan, renkli ve yapıların birebir yer ve
konumunda resmedildiği bu tablo görülmeye değer..
2
Yaklaşık 500 yıl önce, 17. yüzyıl başlarında
yapılan ve Hollanda’da Rijksmuseum ‘da
bulunan Angora tablosu, büyük uğraşlardan
sonra ülkemize getirildi.. Hatta ben bu
tabloyu görmek için Amsterdam’a gitmeyi
düşünürdüm yıllardan beri..
Bu harika tablo ve Ankara’nın yüzyıllarca en
önemli ticari meta olan “Sof ” culuk ve sof
ürünleri; “Tarihi Dokumak : Bir Kentin Gizemi
Sof Sergisi” ile birlikte Çengelhan’ daki
Rahmi M. Koç Müzesi’nde
sergilenmekte...Ne kadar şanslıyız !! Kent
tarihine, kültürüne, geçmişe meraklı
olanlardan hala gezmeyenler, görmeyenler
varsa mutlaka gezmelidir..
Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve
Araştırma Merkezi (VEKAM), Rahmi M. Koc
Müzesi Ankara işbirliğiyle, Ankara kecisinin
tiftiğinden eğrilen iplikle dokunan tarihi
Ankara sof kumaşını odağına alan sergiyle,
Ankara’nın tarihinde çok önemli bir yere
sahip bu ticari ürün ve tarihcesi ilgilileriyle
buluşmuş.
Prof. Dr. Semavi Eyice; Ankara’nın o dönemde Halep’e benzetilecek kadar görkemli bir “
Kale Şehir” olduğu, kenti cevreleyen üç sur bulunduğu, anıtsal yapıların yerleri ve konumları
ile – bazıları gunumuze kadar yok olsa da- belirlendiği bu tablonun detaylarını “Ankara’nın
Eski Bir Resmi” adıyla kitabında yayınlamıştır. Semavi Eyice, 1972 yılında yayınladığı,
“Ankara’nın Eski Bir Resmi, Tarihî Vesika Olarak Resimler, Ankara’dan Bahseden Seyyahlar,
Eski Bir Ankara Resmi” adlı eserini okumayanlara tavsiye ediyorum. (Ankara. Türk Tarih
Kurumu, Atatürk Konferansları IV. ciltten ayrıbasım.)
Tablonun alt kısmında bulunan ve şehir hayatını anlatan bu bölüm tablodan ayrı bir sahne
olarak resmedilmiştir. Bilhassa 17. ve 18. yy. ‘da Avrupa'da şehir hayatı tabloları adı altında bir
takım tablolar moda olmuştur. Bu tablolarda o şehirdeki hayat ne ise hepsi bir arada
yansıtılmıştır.
3
YUKARIDAKİ BÖLÜMDE ANGORA'DAKİ TİCARET HAYATI, ESNAF VE SANATKÂR LONCALARI
GÖRÜLÜYOR.
Kenarda büyük bir dokuma tezgâhı ve terazili beyaz sakallı bir satıcı var. Feraceli kadınlardan
başka, pazarlık yapan, çünkü aralarında biri keseye davranmış vaziyette, bir takım tüccarlarda
var. Hatta arada bir de dilenci ve dövüşenler de ihmal edilmemiş.
Herhalde çok sayıdaki bu kadınlar, yünleri yıkayıp hazırlayan işçilerdir. Çünkü ateş yanan bir
ocak var. En kenarda büyük bir tezgâhta yünler dokunmaktadır. Ortada dua edildiğini
görüyoruz. Belki de yıllık mahsulün satışı sırasında yapılan bir dini tören ile ilgili bir sahne.
Resimde kadınların çokluğu Osmanlı devrinde tiftik endüstrisinde kadınların önemli yeri
olduğunu gösteriyor.
Sof üretimi büyük bir ticari merkezin gelişmesine neden olmuştur ve kentin yüzyıllarca süren
en önemli üretim ve ticari meta olarak “SOF” kültürel bellekte önemli bir yer tutmaktadır.
Sof üretimi ve ticareti, 16. yüzyıl Angora'sının ekonomik gelişiminin başlıca nedenlerinden
biridir ve en önemlisidir. Şehir içi ve dışı ticarette, sof ve bazı kumaş ticareti büyük yer
tutmaktadır. Bedesten ve çevresindeki ticari hanlar bu ticaretten paylarını çokça almış
olmalıdırlar. Ticaretin artan bu gelişimi günümüze kadar yaşayan önemli bir kültür varlığı olan
“HASAN PAŞA HANI” (Sulu Han) ve çevresinin de büyüyüp gelişmesine neden olmuştur.
"İki bin dükkânı vardır. Bir süslü Bedesteni bulunmaktadır. Çarşılarının çoğu yüksek
yerdedir. Uzunçarşısı, Sipahi Pazarı, Kale Altı Pazarı, gayret kalabalık
pazarlardandır ”.
"Bedesten yapısı çok görkemlidir. Kıymetli mallar, taştan yapılmış ve çok kubbeli olan
bu binada satılır”.
Ahiler Devrinde (13. ve 14. yüzyıllarda ) başlangıçta sadece debbağ, saraç ve kunduracıları
kapsayan Ahi Örgütlerinin, giderek 24 üretim dalını kapsayacak biçimde genişledikleri
4
saptanmıştır.
PAUL LUCAS’IN SEYAHATNAMESİ’NDE ANGOURA GRAVÜRÜ – 1712 (Kaynak: M. Tunçer
Ahi örgütlerinin üretimde bulunduğu zanaat dalları şunlardır: Çiftçiler, debbağlar, haytaplar,
nalıncılar, dokumacılar, çulhacılar, hallaçlar, sandıkçılar, nalbantlar, destegâhçılar, bezzazlar,
ipekçiler, şekerciler, demirciler, leblebiciler, aktarlar, pabuççular, göncüler, bıçakçılar,
kuyumcular, ekmekçiler, berberler, keresteciler, yorgancılar. Bu üretim ve servisler, her biri
belirli sokakta yoğunlaşmışlar ve sonraları gelişerek yayılmışlardır. Bu sokaklardan bazıları
günümüze kadar ulaşmış ve belirli mimari tipoloji analizleri yapmaya olanak sağlamıştır.
1852 senesinde seyahate çıkan A. D. Mordtmann Ankara ticareti hakkında şöyle yazmış:
“Angora senede bir milyon okka tiftik yani Angora tiftik keçisi yünü ihraç eder. Okkası 60
kuruştur ki 60 milyon kuruş eder. (6 000 000 Florin). Angora keçisinin senelik verimi 450-500
000 kg’dır. Her keçi senede 1 okka verir, bu miktardan takriben 100 000 kilo Hollanda’ya
gönderilmek üzere, memleketten işlenir. 45-50 000 kilo memleketin ihtiyacına harcanır, 300
000 kilo ham olarak, İngiltere’ye, bir miktar Marsilya tarikiyle Fransa’ya, Triyeste tarikiyle
Avusturya’ya gönderilirdi. İngiltere aldığı yapağıyı, işledikten sonra (Kişmir) yapağı diye satar.
Hollanda ve İngiltere’ye ihraç olunan yapağıdan şal yapılır, iyi cins yünün kilosu 70 Frank’ı
aşar.”
5
ANKARA’NIN 1839 TARİHLİ VON VİNCKE HARİTASI
1839 Tarihli Angora Haritası; şehrin kent dokusu, surları, önemli yapıları, ulaşım sistemi ve
yakın çevresindeki doğal değerler hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. H. von Moltke'nin
kurmaylarından Binbaşı Baron von Vincke tarafından hazırlanan bilinen en eski Angora
haritasıdır. Üçüncü sur duvarı, şehre giriş kapıları ve yol sistemi ile Bedesten ve bazı hanlar net
olarak görülebilmektedir.
Üçüncü Sur Giriş Kapıları: Bu kapılardan en önemlileri şunlardır:
• Erzurum Kapısı, doğuya açılan bir kapıdır,
• İzmir Kapısı (günümüzde Osmanlı Bankası’nın bulunduğu yerdeydi),
• Cenabi Paşa kapısı (Kayseri Kapısı – günümüzde İş Bankası’nın bulunduğu yerdeydi),
• İstanbul Kapısı ise günümüzde Dışkapı (Çankırıkapı) idi.
Önemli bir KÜLTÜREL BELLEK mekânı olan “ÜÇÜNCÜ SUR DUVARI” 20. yüzyıl başlarında
tamamen yok olmuştur. Angora çarşılarında özellikle Bedesten çevresindeki ticaret 19. Yüzyılın
başlarından itibaren yitirmeye başlamıştır. “Son yıllarda iyice gerileyen ticaret, tamamen yerli
Hristiyanların eline geçmiştir.”
Atpazarı, Bedesten ve çevresinde yer seçen Hanlar Bölgesi bu yüzyıllarda da esas şehir merkezi
işlevini sürdürmektedir. Ancak, şehirdeki üretimin şekil değiştirmesi, sof üretimin yok denecek
kadar azalması ve şehrin tarımsal üretimde bulunacak şekilde yeniden örgütlenmesi ile bu ana
merkezin başlıca ticari fonksiyonları azalmış bulunmaktadır.
“Angora’dan Ankara’ya” başlıklı ilk yazımda 18. Yüzyıla kadar, Angora yerleşiminin fiziki gelişimini ve
ekonomik yapısını, günümüze kadar ulaşan çok kısıtlı kaynaklardan yararlanarak özetle vermiştim.
İkinci yazımda da günümüze kadar ulaşan bir eski önemli belge olan Ankara Tablosu’ndan bahsederek
bu ünlü Tablo’nun ve Ankara’nın yüzyıllarca en önemli ticari meta olan “Sof ” culuk ve sof ürünlerinin
“Tarihi Dokumak : Bir Kentin Gizemi Sof Sergisi” adıyla Çengel Han’daki Rahmi M. Koç Müzesinde
sergilendiğinden bahsetmiştim.
Ankara, Orta Anadolu bölgesinde, morfolojik bakımdan yerleşmeye uygun doğal bir eşik kuşağında
bulunmaktadır. Kent, doğu-batı yönünde uzanan Engürü Ovasının doğu yamaçlarında kurulmuş olup,
kuzeyde Karyağdı dağları (1200-1500 m), güneyde Meşe ve Hacı dağları, güneydoğuda ise Elmadağ
(1800 m) ile sınırlanmaktadır. Ankara’nın yakın doğal bölgesi batıya doğru Engürü Ovası ve Sincan’ın
batısındaki kuzey-güney
doğrultusunda uzanan Mürted Ovası
ile birleşmektedir.
Ankara Çanağı’na dışarıdan giren
başlıca akarsular, kuzeydoğudan
gelen Çubuk çayı, doğudan gelen
Hatip Çayı ve güneydoğudan şehre
yaklaşan İncesu Deresi’dir. Hatip Çayı
Ankara Kalesi eteklerinden geçerken
üzerinde kurulmuş bulunan Roma
Dönemi Su Bendi’nden dolayı “Bend
Deresi” adını alır.
Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu beş
yüzyıldan fazla bir süredir bu günkü
adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllarca bu
akarsulardan çevresindeki
bahçelerin, bostanların sulanmasında
yararlanılmış, bazı kesimleri ise
dinlenme ve mesire olarak
kullanılmıştır.
BENDDERESİ ÜZERİNDEKİ ROMA
DÖNEMİNDE YAPILMIŞ SU BENDİ
16. ve 17. yüzyıllarda Hatip Çayının
(Bendderesi) Ankara’nın en önemli
ekonomik ürünleri Sof üretiminde
(Tiftik) kullanıldığı, bu nedenle suyun
temizliğinin önem taşıdığı
bilinmektedir.
"SOF" üretimi, iklim özelliklerinin Angora keçisi üzerindeki olumlu etkileri, dolayısıyla tiftiğinin yüksek
kalitesi gibi etmenlerle şehri belirleyen başlıca üretimlerden biri olarak yüzyıllarca devam etmiştir.
Galatlar döneminden beri keçi üretimi yapılan bir merkez olan Ankara’nın keçileri ve onların eşsiz
tüyleri için Evliya Çelebi’nin yazdıklarını okumak yeterlidir:
“Ankara keçileri, dağlarda yetişen
pırnar yaprağı yerler. Tiftik keçisi beyaz
süt gibi olup onun gibi beyaz bir mahlûk
belki yoktur. Sof ipliği bunların
yününden çıkarılır. Bu keçilerin tiftiğini
makasla kırksalar sert olur. Ama yolsalar
Eyüp Peygamberin ipeği kadar yumuşak
olur. Fakat zavallı keçileri yolarken
ANKARA KEÇİSİ (Kaynak: Mine Sofuoğlu
)
feryatları göğe ulaşır. Kibarlar onların
feryat etmesini engellemek için kireç ve
külle suyu karıştırıp keçileri bu şerbetle
yıkarlar. Tüyler zahmetsizce dökülür ve
keçiler çıplak kalır.”
Evliya Çelebi, Ankara keçisi üzerinde özellikle durur. Çelebi, Ankara keçisinin tiftiğinin o dönem “süt
gibi beyaz”, “ipek gibi yumuşak” hatta “ipekten âlâ”, “elmas gibi parlak” gibi sitayişli
ifadelerle bahsedildiğini de aktarır. Ankara tiftiğinden elde edilen ipliklerden sof ve şali denen
dokumaların yapıldığını ve Ankaralının başlıca geçim kaynağını teşkil ettiğini de yine
Seyahatname’den öğreniriz.
Ankara keçilerinin ünü yurt dışına taşmıştı, hatta seyyahlar Ankara’ya gelir gelmez Ankara keçilerini
görmek isterdi. Ankara keçisinin bu benzersiz özelliğinin yetiştikleri coğrafya ve tükettikleri bitkilerle
ilgili olduğu sıkça tekrarlanır. Nitekim Ankara Keçisi başka ülkelere götürüldüğünde kendi kimlik ve
kişiliklerinden uzaklaşmaktaydı. Ankara keçisi bölgede antik çağdan beri var mıydı, yoksa 11. Yüzyılda
Anadolu’ya Selçuklular tarafından mı getirildi sorusunun cevabı henüz bilinmemektedir. Ancak bu
hayvanın Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri Ankara’nın servetini oluşturduğu bir gerçektir
(Kaynak: Nejdet Seyfeli) .
LOUİS CLAUDE LEGRAND TARAFINDAN YAPILMIŞ ANKARA
KEÇİSİ GRAVÜRÜ (1786).
16. yüzyılda, iç ve dış piyasada büyük rağbet kazanan ve ihraç mallarının başında gelen Angora
soflarının, kalite ve özelliklerinin bozulmaması için büyük gayret gösterildiği belgelerden
anlaşılmaktadır. Tiftiğin içine yapağı karıştırıldığı ve böylece kalitenin bozulduğu görüldüğünden, bu
işleme engel olunarak “sof” kalitesinin bozulması önlenmeye çalışılmıştır.
ANKARA YAĞLIBOYA TABLOSU’NDA TİFTİK KEÇİLERİNİN KIRKILMASI
Ayrıca, tezgâhtan çıkan sofların yıkanması, cenderelenmesi, boyanması ve perdahlanması
aşamalarında, bu sanatla uğraşan kişilerin güvenilir ve işinin ehli olmalarını sağlamak amacıyla bu
kişiler “kefalete” bağlanmışlardır (“Kefalete” bağlanan kişiler belirli nizamlara bağlı olarak iş görürler
ve sof üretimi bu düzen içerisinde yapılırdı).
Ancak, 17. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Maliyesinde ekonomik sıkıntıların artışı ve “akça”
değerinin değişkenliği nedeni ile sanatkârların ücretleri de sabit kalmamış, sürekli değişmiştir. Bunun
sonucu olarak, sof kalitesi de sürekli bozulmuş ve üretim kısmen azalmıştır. “Sof” ların renklerinin
bozulması ve eski parlaklığını, çekiciliğini kaybetmesinin bir başka nedeni de, Angora’da Bendderesi
kenarında yerleşmiş bulunan dabakların (debbağlar) dükkânlarında lağımlar açılması ve pisliklerin
buraya atılarak suyun kirletilmesi ile soflarda kimyasal ve teknik bozulmaların oluşmasıdır.
BENDDERESİNDE DEBBAĞLAR (Kaynak: Dericizade Arşivi)
Mehmet Tunçer ve Necati Yalçın ile 23 Şubat 2019 tarihli Ankara Sohbetleri 2. 'nin konusu Ahilik,
sof üretimi ve debbağlardı. Konuk sayın Dericizade Faruk Küçük ile yaptığımız sohbeti aşağıdaki
adresten izleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=Jc0wwaoQWYg
BENDDERESİ VE ROMA BENDİ ÇEVRESİNDEKİ DEBBAĞHANELER SUYUN KİRLENMESİNE
SEBEP OLMUŞTUR
Sof üretiminde bozulma, azalma ve çöküşün en önemli nedeni ise; Angora keçisinin, Osmanlı
İmparatorluğu dışına canlı olarak ihraç edilmesi, buralarda aynı kalitede üretilmesi ve geliştirilen
endüstriyel dokuma tezgâhlarının rekabeti olmuştur. 17. Yüzyılda ilk olarak Fransızlar Angora
keçisinin bu yöre dışında yetiştirilmesine girişimlerde bulunmuşlar, ancak başarılı olamamışlardır.
Evliya Çelebi Seyahatname ’de “Cenab-ı Hakka hamd-ü sena, bunlar çabuk bozuldular” diyerek bu
başarısızlığı memnunlukla karşıladığını belirtmektedir.
’Ankara keçisi’ (Angora goat), kılı moher adıyla anılmaya başladı. O tarihlerde başta Ankara olmak
üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahı bulunmakta ve her yıl 20.000
top kumaş yurt dışına satılmaktaydı.
1830 ve 1854 tarihlerinde bu girişim tekrarlanmış, ancak gene başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu
konuda ilk darbe İngiltere'den gelmiş, Afrika'nın güneyinde yetiştirmeyi başardıkları kaliteli tiftik ile
piyasada en güçlü rakip haline gelmişlerdir. İngilizler, 1839 tarihinde ülkelerinde kurdukları
fabrikalarla da Angora’daki el tezgâhlarına rakip olmuşlar ve gelişen teknoloji ile daha hızlı ve ucuz
üretimde bulunarak piyasayı ellerine geçirmişlerdir.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 16. - 17. yüzyıllarda Angora’da bulunan 4-5 bin dolaylarındaki
dokuma tezgâh sayısı 19. yüzyılın sonlarına doğru giderek azalmış ve birkaç tezgâh dışında “sof”
üretimi yok olmuştur. Evliya Çelebi, Angora keçisinin ülke dışına çıkarılması girişimlerine ve tiftik
ipliğiyle ülke dışında yapılan
dokumalara da değinir:
"Frenk veled-i zinâları bu Engiirü
keçilerinden Frengistan'a götürüp
hayâl iplik eğirtip sûf dokumak
murâd edindiler. Biemrillah keçiler
bir senede bayağı tüğlü keçiler
oldu ve dokudukları şeyleri sûf
olmayup mevc vermeğe kadir
olmadılar.
Âhir Engürii'den eğrilmiş sûf ipliği
alup Firengistân'a götürüp sûf
idelim dediler, olmayup âhir
ruhbânlar içün hâlâ sûf gibi hayy
âl mevcsiz siy âh nıkla şâlı
dokurlar. Ahâlî-i Engürü, Hacı
Bayrâm-ı Velinin kerametidir ve
âb u hevâmızın letâfeti
hükmüdür, derler. Hakkâ ki rub'-ı
meskûnda nazîri yok sûfları olur
ve muhayyeri
dahi meşhûrdur. Ve Engürü
kerpiçi dahi meşhûrdur. Ve halkı
ekseriyyâ tüccâr-ı berr u bîhârdır.
İzmir'e ve Frengistân'a ve
Arabistân'da, Mısır'da ve yedî
iklimde sûf makbûl olmağıla halkı
seyahat ile ticâret ederler."
Bu bölüm de bugünün Türkçesine şöyle çevrilebilir:
"Frenk piçleri, bu Angora keçilerinden Frenk ülkesine götürüp iplik eğirip sof dokumak istediler.
Allah’ın emriyle keçiler bir yılda bayağı tüylü keçilere dönüştü ve dokudukları da sof olmadı, kumaşa
ANKARA KEÇİSİ - 1888. GRAVÜR : LOUİS MARİE ROUSSELET
hare vermeyi başaramadılar. Sonra, Angora'dan eğrilmiş sof ipliği alarak Frenk ülkesine götürüp sof
dokumak istediler, yine olmadı. Şimdi papazlar için sof gibi görünen ama hareli olmayan siyah rukla
şalı dokuyorlar. Angora halkı soflarının özelliğinin Hacı Bayram Veli'nin kerameti ile Angora'nın
suyunun, havasının güzelliğinden ileri geldiğini söylerler. Gerçekten de Angora sofunun yeryüzünde eşi
benzeri yoktur ve Angora'nın muhayyeri de ünlüdür. Angora'nın kerpiçi de tanınmıştır. Halkı
çoğunlukla kara ve deniz tüccarıdır. İzmir, Frenk ülkesi, Arabistan ve Mısır ile yedi iklimde sof makbul
tutulduğu için, halk buralara giderek ticaret yapar. "
Bu belgelerin Türkçesini ilk kez 1951’de “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler Ve İngilizler” adlı kitabında
yayımlayan Prof. Dr. Hamit Dereli, I. Elizabeth dönemi Türk-İngiliz ilişkilerini şöyle değerlendiriyordu1 :
“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki,
o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık
sanatları pek ilerlemişti. On altıncı yüzyılda
İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını
ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi
ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine
yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye’nin ünlü
yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye
götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir
edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine
ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından
silinecekti.”
Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret
temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları
boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu
ustalar doğal yollardan sağlanamazsa, herhangi bir
paşanın yardımı ile, o da olmazsa İstanbul’da
oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı. Bunun
için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi
ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca
ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi
söyleniyordu. Yine bu belgelerden birinde İngiliz
ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’da “Bonettos
Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen
kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye’de
pazar bulması buyruğu veriliyordu. Bundan şu soru
akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk
ülkelerine getirilmiştir? Fes kelimesinin sözcük
kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki Fez şehriyle
ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.” 2
Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 16. - 17. yüzyıllarda Ankara’da bulunan 4-5 bin dolaylarındaki
dokuma tezgah sayısı 19. yüzyılın sonlarına doğru giderek azalmış ve birkaç tezgah dışında “sof” üretimi
yok olmuştur.
1 Hamit Dereli, “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları, No: 82, 1951
2 Özakıncı, C., 2017, Kraliçe I. Elizabeth ve Osmanlı İmparatorluğu'nda İngiliz Sanayi Casusları, Bütün Dünya..