BAYRAKLARI BAYRAK YAPAN ÜSTÜNDEKİ KANDIR…
Ama bu kan, gelişigüzel akan bir kan değildir. Çeşitli dalaverelerle vatanı ele geçirme gayretinde olanlarla yapılan mücadelede dökülen kan hesaplanır bu söylemde. Terörle mücadele de aynı vasıftadır. Vatandaşların canını yakan bir ateştir, tedbir alınması gereklidir ve bazı bedeller ödenir. Barış Pınarı da, Fırat Kalkanı da, Zeytin Dalı da ve Kuzey Irak’a yapılan sayısız operasyon da ve hatta yurt içindeki aynı türde faaliyetler de hep aynı kapsamdadır. Ancak kendi hudutlarımızın dışına çıktığımızda bizi sınırlayan bazı değişkenler vardır ki, bunların çok akil bir karargâh tarafından hesap edilmiş olması gerekir. Neden, açıklayalım:
Hiç tasvip etmediğimiz ve edemeyeceğimiz bir korsan siyasi yapı güdümündeki emperyal destekli terör örgütü, güney komşumuz Suriye’nin topraklarına yaklaşık on yıldır çöreklendi. Bir basiretsizlik örneği ve uzunca bir zaman yaptığımız hataların da sonucu olarak bu terör örgütünü dünya kamuoyuna “terör örgütü” diye kabul ettirmeyi başaramadık. Emperyal güçlerin binlerce tır silah ve mühimmat vermesini engelleyemedik. Müttefikimiz olan ABD’ne bu silahların kime ne zaman kullanılacağını sorup cevap alamadık. Bölgesel müttefikimiz Rusya’ya bu örgütün terör örgütü olduğunu kabul ettiremedik ki onlar zaten PKK’yı bile terörist kabul etmiyorlar. AB ise her zamanki gibi güçsüz anımızı bekleyip vuruşunu yapmak için zaman kolladı. Sonuç olarak riskleri alıp operasyonu yapmak zorunda kaldık. Çok zorunluydu, gecikmişti, ama iyi düşünülmemişti.
Düşünülmemişti, çünkü harekât yapmak ve hazırlık sadece kuvvet kaydırmak ve üstün güçleri bölgeye toplamakla başarılı olamazdı. Siyasi konjonktürü harekâta uygun hale getirmeye çalışırken zaman çoktu. Ama bu zamanı sadece askeri bölgeye getirerek kullanmak en basit olarak askere mental yük getirirdi. Askere sıcak yemek, banyo, sıcak yatak, rahat iletişim imkânları sağlamak ve operasyon tazminatı ödemek uzun süre kaldırılması kolay bir yük değildir. Ama bunlar halledildi. Bu bile önemli bir başarıydı. Ama daha büyük problem sahaları vardı. Bunların en önemlisi ise harekât bölgesinin devasa olması idi. Aşağıdaki harita bile bunu tam göstermiyor. Canlanması için zihninizde Ankara-İstanbul karayolu mesafesini düşünün. İşte harekât bölgesinin tam büyüklüğü bu kadar.
Harekât alanı genişliği dünya üstündeki hiçbir ordunun kolaylıkla kapatamayacağı büyüklükte olunca zorunlu olarak harekât için belli küçük bölgeler seçilmişti. Her ne kadar siyasi hedefi tam bilemesek de bu harekâtın askeri amacının toprak ele geçirmek değil de düşmanı imha etmeye yönelik olduğunu tahmin etmek güç değil. Bu nedenle bölgesel hedefler aslında terör örgütünün en büyük darbeyi alacağı, uzak durmayı göze alamadığı yerleşim birimleri olacaktı, böyle de oldu. Ancak uzunca bir zaman karşı tarafı gözetleme fırsatımız olmasına rağmen bu konuda yeterli girişimlerin yapılmadığı da anlaşılıyor. Harekâtımız çok dar alanlarda ve özellikle belli meskûn mahallerde olduğu halde, bu sıralar teknolojik olarak çok üstün olduğumuz hava gözetleme kabiliyetlerimizi yeterince kullanamadığımız ortaya çıkıyor. Yoksa yerleşim yerinde menzili sadece 5 km olan havan silahını kullanan unsurları bizim güçlerimiz 2000 m yüksekliğe çıkan bir insansız hava aracı ile kolayca tespit edebilir, tedbir alır ve birçok sivil zayiatımız olmazdı.
Doğruluğu oldukça tartışmalı olsa da yukarıdaki haritaya iyi bakın. Ayn-el-arab (namı diğer meşhur Kobani) gerçekten kimde, rejim güçleri gerçekten koyu yeşille gösterilen bölgede barınabiliyor mu? Buralara lojistik faaliyetleri nasıl yerine getirebiliyor? Düşman kontrolündeki bu incecik hatları, gece, gündüz nasıl elinde tutabiliyor?
Tüm dünya birleşti, bizi siyaseten köşeye sıkıştırdı. Filistin davasına bu kadar saygı gösteren Türkiye’yi arkadan vuranların içinde Filistin’in olması da ayrı bir vaka oldu. Özetle harekâta 120 saat ara vermemizi istediler, nasıl olduysa kabul ettik ki büyük hatadır. Olması gereken harekâta 120 saat daha devam edip tüm askeri harekâtı bitirmekti. Çünkü bu terör örgütü için son perdeydi. Askeri hedefimiz “karşı güçlerin imhası” olduğuna göre buna riayet edilmeliydi. Aksi takdirde tekrar beslenecek büyütülecek ve karşımıza sürülecek daha kinli bir güruh bırakmak olurdu ki sonuç böyle oldu. İsteklerimizden güvenli bölge talebi yerine geldiği için sevinen arkadaşlara da “güvenli bölgenin hemen güneyinde ne olacağını ve bunu nasıl kontrol edebileceğimizi” sormak isterim. Bu kadar riski göze almışken harekâtın hedeflerine ulaşılmadan durdurulması bize ileride daha büyük problemler getirmeye gebedir.
Dr. Sinan ERTÜRK