BİR DIŞ POLİTİKA ANALİZİ
Dünyamız, yaşadığı birinci ve ikinci büyük harplerden sonra, uzun süreli bir “soğuk savaş” dönemine girdi. 20.yüzyılın ikinci yarısı hemen hemen (1945’den başlayarak) doğu dünyası ile batı dünyasının güç yarıştırdığı bir mücadeleye tanıklık etti. Belki silahlar konuşmadı ama bir yanda ABD’nin başı çektiği batı ve “kapitalist” diye adlandırılan, diğer yanda SSCB’nin önderlik ettiği doğu veya “komünist” blok bu yarışın yarışçıları oldular. Batıda AB, doğuda ise Çin etkili figürler olurken Japonya gibi bazı ülkelerin de bu güç yarışı ve dengesinde etkili olduğu gözlendi.
Bu yarışın adı kimi zaman “Yıldız Savaşları” diye anıldı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, SSCB’nin dağılması gibi olaylar, sanki “Yıldız Savaşları’nın” ABD tarafından kazanıldığı gibi bir durum ortaya çıkardı. Hatta ABD birkaç sene boyunca (rakibini deviren boksörlerin ringde çalımlı dolaşması gibi) bu işin tadını da çıkarmadı değil…
Ancak işler, 20.yüzyılın bitmeye yüz tuttuğu,21.yüzyılın ilk çeyreğinin yaşanmakta olduğu şu içinde bulunduğumuz yıllar içerisinde hiç de göründüğü gibi veya tahmin edildiği gibi gelişmedi. Bir kere kanat ülkeleri olarak adlandırılan ve Sovyet ekonomisini daralttığı düşünülen ülkeleri çırpan SSCB’nin yoluna devam ederken artık küresel bir güç olamayacağını düşünenler yanıldı. Rusya Federasyonu kendisini derledi topladı. ( Putin’in varlığı ve etkisi tartışılamaz ) oligarkları dize getirdi, yeniden güçlü, zengin ve etkili olma sürecine girdi. Tekrar büyüme, büyük ülke olma yolunda ilerlemeye başladı. Çökeceği, açlık, kıtlık çekeceği, mafyanın elinde oyuncak olacağına inanılan Rusya, böyle düşünenleri yanılttı.
Diğer yanda ABD’nde ise iç sorunlar büyüdü; harcamaların artışına, dışarıdaki büyük israfa karşı içten içe içerleyen bir toplum yapısından bu kaygıları yüksek sesle dile getiren öfkeli bir toplum yapısı ABD için geçerli oldu. Halkın gelir dengesizliği, borçlanma artışı gibi olaylar Amerikan kamuoyunun sesinin yükselmesine ve yönetimleri zorlamasına sebep olunca, işler ve dengeler değişti. ABD içeride ve dışarıda kan kaybetmeye başladı, ringin galip boksörü edası kırıldı.
Diğer yanda büyüyen bir Çin, bir milyarı aşan nüfusu ile dünyanın dengelerini zorluyor. Eski gücüyle ve sessiz haliyle Japonya, İngiltere ile problemlerine rağmen AB, Güney Kore, Hindistan gibi faktörler/figürler de hesaba dahil olunca dünyanın pek de öyle kolayca telaffuz edildiği gibi “TEK KUTUPLU DÜNYA” olmadığı/olamayacağı ortaya çıktı. Her ne kadar küresel güç ve sermayenin uluslararası etkisi tartışılmaz bir gerçek ise de işin devletler arası ilişkiler itibarıyla farklı bir boyutta olduğu çok açıktır.
Dünyanın yeniden çok kutuplu bir yapılanmaya evirilmekte olduğu görülmektedir.
“Arap Dünyası” dediğimiz devletlerin her biri ayrı bir havadadır. “Arap Birliği” vb. gayretlerin lafta kaldığı bir gerçektir. Öyle, “İslam Birliği”, “Müslüman Dünyası” laflarının da dünya dengeleri açısından bir anlam ifade etmediği ve etmeyeceği anlaşılmıştır.
Üç, dört devletçiğin türediği Libya, neyin ne olduğunun/olacağının karıştığı Mısır, hangi hesabın, karışık işin içinde olduğu bilinmez Suudi Arabistan, kaos mahkumu Irak-Suriye; kendi İslam’ını diğerlerinden ayrı bir yere koyan İran, Sudan, Yemen… Hangi İslam Birliği? Sorusunu sorduracak bir durumdan bahsediyoruz.
Ben hayatının yarım asrını “nasyonalist” düşünce ve ideoloji içerisinde yaşamış, Gökalp’in şiirini15 yaşından beri şuurla okuyan bir insanım. Dün “Turancıydım”, bugün de… Yukarıdaki laflarıma “İslamcılar” kızmışlardır, şimdi yazacaklarıma da “Türkçüler” kızabilir… Kızabilirler, kızsınlar. İslam alemi nasıl birbiriyle anlaşmaz/anlaşamaz bir hal sergiliyorsa; aynı hal “Türk Dünyası” için de geçerlidir. Türkçü teori sahipleri her ne kadar benim fikrimin aksini iddia etseler de, maalesef Türk kökenli devletler birbirini takmaz, birbirlerine sevgiyle saygıyla yaklaşmaz haldeler. Bu konuda örneklere girmek istemiyorum. Ama Polyanna’cılık oynamanın bir alemi ve gerçekliği olmadığı da ortadadır.
Dolayısıyla dünyada var olan bahis konusu büyük yarışta ne İslam ülkelerinin, ne Arap ülkelerinin ne de Türk devletlerinin etkili ve bu yarışın koşucusu olamayacağı açıktır.
Özellikle Kore Savaşı sonrasından bu tarafa batılılığı benimsediği açık olan; batı ülkelerini de başta ABD olmak üzere “müttefik” belleyen bir dış politika çizgisi benimseyen Türkiye, NATO’nun askeri gücü oldukça büyük bir üyesi olarak uluslararası planda yerini aldı. Uzun yıllardan bu yana da, bir devlet ideali ve politikası olarak AB’ne üye olmayı hedefledi… Bu yön ve yolda ilerledi ya da niyet böyle olmasına rağmen ilerleyemedi! Geldiğimiz veya bulunduğumuz nokta da ilerleyememiş olduğumuzun anlatımıdır.
Gün itibarıyla ABD ile ilişkilerimizin iyi olmadığı açıktır. İki tarafın zaman zaman dillendirdiği “vazgeçilmez müttefiklik” sözüne artık sokaktaki ABD ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bile inancı kalmamıştır. Bu lafların göstermelik olduğu ve bir kandırmaca/aldatmaca olduğu çok açıktır.
Yine an itibarıyla AB’nin hem bütünüyle hem de AB üyesi ülkelerle aramızda soğuk yeller esmekte olduğu biliniyor. Gerek AB’nin resmi yönetimi gerek Alman, İtalyan, Avusturya, Hollanda, Fransız politikacıları ve yönetimleri hem kendi kamuoylarında hem de AB nezdinde hakkımızda (aleyhimizde) çuval çuval laf etmekteler.
Rusya gelip Orta Doğu’ya yerleşmiştir, yanında İran desteği vardır. Bu coğrafyada bizim varlığımızdan hoşnut olmadıkları da açıktır. “Mutabakat” denilen metin (neyin mutabakatı ise) bizi Esat yönetimi ile görüşün, PKK/YPG nin oturacağı masaları kabullenin diye yönlendirmektedir.
Suudilerle aramızdaki kriz had safhadadır, geleceğin kralı olacak prens, ülkemizde işlenen bir fiilin azmettiricisi olabilmiş, bu çekinmeden beyan edilmiştir.
Doğu Akdeniz’de güç dengesi problemlerinin yaşanmasıyla birlikte, Güney Kıbrıs’ın, Mısır’ın, İsrail’in, Akdeniz’e kıyısı olan birçok ülkenin bize karşı bir ittifakın içine girdikleri görüldü.
Barış Pınarı vs. derken dünyada bir ilk gerçekleşti ve hem İsrail hem Filistin aynı anda bizi kınadı!… Bu nasıl bir dış politika başarısıdır ki, kendimize karşı hem İsrail’i hem Filistin’i aynı cephede buluşturduk.
Dünya yüzünde aramız iyi diyebileceğimiz bir Arap ya da İslam ülkesi var diyebiliyor muyuz?
Aynı hal, Türk kökenli devletler açısından da farklı değil ancak bu konuyu fazla deşelemek istemiyorum.
Netice; netice şu ki, dünyada herkesle “papaz olabilmeyi” ve bu derece dostsuz kalabilmeyi becerip kotaracak bu “dış politika dahiliğine” nasıl gelebildik? Akıllara ziyan…
2002’li yıllardan itibaren “stratejik derinlik” adıyla başlatılan ve bu ülkenin yalnızlığa, dostsuzluğa mahkum edildiği bir “çılgın dış politika” dönemi yaşıyoruz. “Sıfır sorun” demiştik, sorunsuz bir işimiz kalmadı. Bunun adı “stratejik derinlik” değil olsa olsa “kör kuyu”dur.
Hala da yüksek sesle konuşmanın, öfkeyle bağırmanın dik durmak demek olmadığını anlayamamış durumdayız. Dikleşmek, dik durmak değildir.
Irak’da yapılan yanlışlar Ortadoğu’daki varlığımızı, etkimizi tehlikeye soktu, köreltti. Bin yıllık Türkmeneli’nin, kürdistana dönüşmesini seyrettik. “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız” nutukları ata ata Ortadoğu’daki varlık ve itibarımızdan olduk. Aynı şekilde yanlışlar ve yanlışlıklar zincirini devam ettirdiğimiz Suriye politikaları başımızın derdi oldu. Beş milyon Suriyeli geldi Türkiyeli oldu. Milyarlarca Dolar harcadık, harcıyoruz. Ama işler her geçen gün kötüye gidiyor. Esat’la niye “kanka” olmuştuk bugün niye “Esed” belli değil. Şimdi de “Suriye’nin toprak bütünlüğü” demekteyiz. Esat ya da Esed de aynı şeyi söylemiyor mu? Komik!...
Dış politikamızı acemice yürütüyoruz. Yılların diplomatlarını dış politikada devre dışı bırakıyoruz. “Hariciye” tecrübesi/tahsili olmayanları diplomat yapıyoruz. Bunlar tehlikeli işlerdir. İç politikada Parlamento nasıl devre dışına itiliyorsa, dış politik ilişkilere eskiden bir nebze de olsa etkisi olan Meclis bu alanda da devre dışında tutuluyor.
Uluslararası ilişkilerini bu halde yaşayan bir ülkenin ne iç politikasının ne de güvenlik problemlerinin (sınırlar itibarıyla) ne de ekonomik konularının halinde ve yolunda gitmesi imkan dahilinde değildir.
Bir Türk vatandaşı, ülkesini seven bir vatanperver olarak ilgili, yetkili ve sorumlu herkese sesleniyor ve DIŞ POLİTİKADA AKLA, MANTIĞA, GERÇEĞE dönmenin zamanının geçmekte olduğunu söylüyorum.
YARIN ÇOK GEÇ OLACAKTIR!...
Şevket Bülent YAHNİCİ