SİYASAL İSLAMCILARIN KAPİTALİZME DEMİR ATTIĞI ÜLKE : MALEZYA
Bahadır Selim DİLEK
1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’de giderek güçlenen ve artık kayıtsız koşulsuz iktidar talep eden siyasal İslamcıların ilham aldıkları ülke Malezya’ydı.
O güne kadar, AP, ANAP, DYP gibi sağ partilere oy vermiş mütedeyyin, muhafazakâr kitleyi ikna etmek için model ülke olarak gösteriyorlardı.
Petronas Kuleleri’nin önü her daim hareketli
Malezya’yı Türk kamuoyuna, İslam ile küresel kapitalist sistem arasında senteze ulaşmış ve başarılı olmuş bir ülke olarak pazarlıyorlardı.
Siyasal İslamcılara göre geleneklerini koruyarak kalkınmanın, zenginleşmenin örneğiydi.
Aynı dönemde Türkiye’de Atlantik ötesinden esen “kimlik siyaseti” rüzgarıyla yelkenlerini doldurmuşlardı ve iktidara gelmek üzereydiler.
Ancak İslamcılar arasında bir aks değişikliği söz konusuydu.
Geleneksel İslamcıların içinden çıkan ve “yenilikçi” olduğunu ileri sürenlerin kurduğu AKP, o güne kadar “Batı ve kapitalizm karşıtlığı” üzerinden oy isteyen Milli Görüşçülerin yerini almaya hazırlanıyordu.
Milli Görüşçülerin aksine neoliberal sistemle barışıktılar.
Malezya gibi küresel kapitalizmle uyumlaşmış İslami tonu ağır basan bir rejim öngörüyorlar, Türkiye’nin de “milli ve manevi” değerlerinden taviz vermeden böyle bir sistemle kalkınabileceğini ileri sürüyorlardı.
Aslında İslamcı siyasetçilerin Malezya ilgisi yeni değildi.
Bu ilgi Turgut Özal’la başlamıştı. Ondan sonra Necmettin Erbakan ardından Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu sürekli olarak Malezya’ya öykündüler.
AKP, 2002 yılında iktidara geldikten sonra “Türkiye Malezyalılaşır mı?” sorusu üzerine yürüyen tartışmalar gündemden hiç düşmedi.
Ben, Malezya’ya ilk kez, 2000 yılı Temmuz ayının başında, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) zirvesini izlemek için gitmiştim.
AKP henüz iktidara gelmemişti ama Bülent Ecevit liderliğindeki 57’nci Hükümet, İKÖ’de daha etkin olabilmek için genel sekreterin Türkiye’den çıkmasını istiyordu. Özellikle Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin örgütün desteğine ihtiyacı vardı.
İki yıl sonra AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı olacak Büyükelçi Yaşar Yakış aday gösterildi.
Öncesinde Riyad ve Kahire Büyükelçiliği yaptığı için İslam ülkelerini iyi tanıyordu. Arapça’yı da iyi konuşuyordu.
İngiliz sömürge dönemine nazire yapar gibi…
İstanbul’dan uzun bir uçuşun ardından Kuala Lumpur’a indiğimde fazlasıyla etkilendiğimi söylemem gerekir.
İlk bakışta, geniş caddeleri, gökdelenleri, kuleleri, lüks otelleri, devasa kamu binalarıyla Batı ülkelerini geride bırakmış bir görüntü veriyordu.
Sokakları tertemizdi.
Şehrin merkezinde çok sayıda inşaat göze çarpıyordu.
AVM’lerde ünlü markaların mağazalarının hemen hepsini bulmak mümkündü. Günlük yaşamda İslami semboller ön planda olsa da bunların hepsi kapitalist sistemle güzelce harmanlanmıştı.
Türkiye’ye, İslamcıların Malezya takıntısını daha iyi anlamış olarak döndüm.
Ama ne yazık ki Türkiye, İKÖ’nün Kuala Lumpur zirvesinde geri adım attı. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in İranlı mevkidaşı ile gece yarısı yaptığı pazarlıkla Türkiye adayını çekti.
Yaşar Yakış’ın, zirvenin yapıldığı salondan çıkarken döktüğü gözyaşlarını bugün gibi hatırlıyorum.
Malezya’ya ikinci gidişim 24 yıl sonra oldu.
Ancak, bu kez Kuala Lumpur’u son derece farklı buldum.
Eğer ki 24 yıl öncesiyle kıyaslamamda hafızam beni yanıltmadıysa, Malezya çeyrek asır öncesine demir atmıştı.
Geniş caddeler, “en büyüğü bizde” demek için yapılmış devasa binalar, kuleler, parklar, bahçeler eskimiş ve hatta köhnemişti.
Caddeler, sokaklar eskisi gibi tertemiz değildi.
2000’lerin başında insanı hayrete düşürecek ölçüde lüks görüntü veren beş yıldızlı oteller tabiri caiz ise Anayurt otelinin Malezya versiyonuna dönüşmüştü.
Tabi, o dönemden bugüne taş taş üstüne koymadılar demek yanlış olur. Ama, inşaat ve tüketim üzerinden kalkınmanın eski ivmesi kalmamıştı.
Toplu taşım gelişmiş, altı şeritli geniş caddelerin üzerine “sky train” yani gökyüzü treni yapılmış, ayrıca Kuala Lumpur’un bir başından diğerine uzanan metro hatları inşa edilmişti.
Baştan projelendirilmediği için güzelim bulvarların üstünden geçen “sky train” kentin estetiğine katkı sağlamadığı gibi Kuala Lumpur’un Güneydoğu Asya’ya özgü o egzotik havasını yok etmişti.
O dönemden bugüne etkileyiciliğini koruyan tek yapının Petronas Kuleleri olduğunu söyleyelim.
Ancak, kulelere çıkmak hiç kolay değil.
Biletler neredeyse yok satıyor.
Eğer ki, buralara kadar geldim, o kulelere çıkmadan dönmem, diyorsanız internetten en az bir hafta önceden bilet almanız gerekiyor.
Kulelerin altındaki AVM, hala dünyanın bütün ünlü mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Lüks tüketimde herhangi bir geri adım söz konusu olmamış.
Kulelerin önünde, su gösterilerinin yapıldığı park ise her daim kalabalık.
Sky Train’in Bukit Bintang istasyonunun olduğu kavşak, New York’taki ünlü Times Square’ı andırıyor.
10 yıl öncesine kadar sessiz sedasız olan bu bölge, şimdilerde yerli yabancı ergenlerin gözde mekanı.
Her gece, Batı özentisi rock müziği ile coşuyorlar.
Geçen yıllara göre başı kapalı, türbanlı kadın sayısında gözle görünür bir artış var.
Ama kamusal alanlarda dikkat çeken, gencinden yaşlısına tesettürlü kadınların kahir ekseriyetinin İslami değerlerden çok Batılı değerlere göre yaşıyor olması.
Mesela, İslamiyet’te insan veya hayvan resmi çizmek -zaruret dışında- caiz değil ancak caddelerde turistlerin resimlerini çizen türbanlı kadın ressamlara rastlamak mümkün.
Güneydoğu Asya’da hemen her ülkede bulunan ve Malezya’da da fazlasıyla ilgi gören masaj salonlarında erkeklerle aynı mekanda ayak masajı yaptıran türbanlı kadınlar görebilirsiniz.
Dinen mekruh olan deniz ürünlerinden yapılan Sushi’lerin müşterileri arasında çok sayıda Malezyalı başı kapalı kadın var.
Örnekler çoğaltılabilir.
Bu durum pek fazla sorgulanmıyor olsa gerek ki, kadınlar bu görece özgürlüğün tadını çıkarıyor.
Benim anlayabildiğim kadarıyla, Malezya’daki siyasal İslam ağırlıklı olarak bireysel hak ve özgürlüklerden çok kamusal hak ve özgürlüklerin kısıtlanması için kullanılıyor.
İnsanlar günlük hayatlarında çok fazla baskı altında değiller. Ancak, mesele toplumsal ve sınıfsal taleplere gelince, kapitalist sistemin çıkarlarına halel gelmemesi için İslami kurallar üzerinden kısıtlama ve baskılar devreye giriyor.
Ülkede gelir dağılımı son derece bozuk.
Petrol gelirleri, sosyal adaletsizliği ortadan kaldırmamış aksine arttırmış.
80’li yılların ortasından sonra başlayan servet transferi, Malezya’nın bütün zenginliğini siyasal İslamcı elite aktarmış.
Eğer ki doğal kaynaklardan gelen para ülke geneline eşit olarak dağıtılsaydı, Malezya’da sosyal refah katlanarak artardı.
Ama bilinçli bir tercihle, ülkede zengin küçük bir azınlık, yoksulluğa mahkum edilmiş büyük bir çoğunluk yaratılmış.
Batu Mağarası
Siyasal İslam, ülkede muhtemel bir sosyal çalkantının ortaya çıkmaması için güçlü bir aparat olarak kullanılıyor. Biraz sesini yükseltecek olanın kafasına, Şeriat sopası iniveriyor. Hak, hukuk, adalet arayışı dini kuralları ihlal olarak değerlendirilyor ve gerekli önlemler hızla alınıyor.
Diğer yandan küreselleşmenin standartlaştırdığı ve tüketim odaklı ergen ekonomisi, Malezya’da da ön planda.
AVM’lerde, sokaklarda Batılı ülkelerdeki yaşıtları gibi aynı tarz giyinen, aynı marka kahve içip aynı marka bilgisayar kullanan, aynı müzikleri dinleyen ve hatta aynı davranış kalıpları içinde olan ergenler geziyor.
EKONOMİNİN MOTOR GÜCÜ: ÇİNLİ AZINLIK
Malezya, meşruti monarşi ile yönetilen bir ülke. 7 ayrı kraliyet ailesi bulunuyor ve ülkenin başına geçecek olan kral, sırayla bu ailelerden seçiliyor.
Anayasası’nda yazdığı şekliyle bir “İslam ülkesi” olsa da, Müslümanlar ülke nüfusunun sadece yüzde 63’ünü oluşturuyor.
Müslümanların tamamına yakını etnik olarak Malaylar. Malezya’daki ikinci büyük etnik grup ise yüzde 22 oranıyla çoğunluğu Budist olan Çinliler. Hintliler ise yüzde 7 civarındaki nüfuslarıyla üçüncü büyük etnik gruplar. Hinduizm’e bağlılar ancak içlerinde Müslüman olanlar da bulunuyor.
Bu çok parçalı etnik ve dinsel yapı içinde Malezya’nın ekonomisinin itici gücünü Müslüman Malaylar değil, Budist Çinliler oluşturuyor.
Çinlilerin gayrisafi milli hasılaya katkıları Malayların çok üstünde.
Endüstriyel üretimi ve ticareti ellerinde tutuyorlar.
Yani, siyasal İslamcıların Türkiye’ye pazarladığı gibi Malezya’nın İslami değerlere bağlılığıyla değil Çinli azınlığın kapitalizmin nimetlerinden sonuna kadar yararlanan ticari zekasıyla kalkındığını söylemek mümkün. İslami tonun ağır bastığı bir rejim, temel hak ve özgürlükleri sermaye lehine kısıtlayınca, köpeksiz köyde çomaksız gezen Çinliler, ekonomik açıdan alıp başını yürümüş.
Kuala Lumpur’un içini şöyle bir dolaştığınızda, bunu görebiliyorsunuz.
Malaylar ise ağırlıklı olarak kamu hizmetinde yer alıyor. Asker, polis ve bürokraside çoğunluklar
Hintliler ise toplumun en fakir kesimini oluşturuyor. Ülkenin ucuz işgücü ihtiyacını karşılıyorlar.
Aslında Çinliler, bu ülkenin yerel halklarından değil. Malay yarımadasının İngiliz kolonisi olduğu dönemde hem işçi olarak getirilmişler, hem ticaret yapmak için gelmişler.
Kuzeye Tayland’a doğru uzanan coğrafyasının, kalay madeni açısından zengin olması, 18 ve 19. yüzyıllarda ucuz işgücü ihtiyacını ortaya çıkarmış.
Geçici olarak gelen Çinli işçiler zaman içinde bu topraklara yerleşmişler. Kısa sürede bölgenin ikinci büyük etnik grubu haline gelmişler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yarımadanın en güney ucuna göç ederek Singapur’un kurulmasında önemli rol oynamışlar.
PENANG ADASI
Malezya’nın kuzeybatısındaki Penang adası da Çinlilerin yaşadığı önemli bir bölge.
Ada, Malaka Boğazında yer alıyor. Stratejik konumu nedeniyle , Britanyalılar 1786’da burada bir İngiliz kolonisi kurmuş.
O dönemde neredeyse ıssız olan Penang, Hindistan-Çin seferini yapan yelkenli gemiler için mükemmel bir sığınak haline gelmiş.
Kısa sürede Çinliler buraya akın etmiş.
Aynı zamanda Hindistan’dan, Sumatra’dan ve Burma’dan da göç almış.
Burada kozmopolit nüfus ortaya çıkmış.
Bunun verdiği dinamizmle, Penang bölgedeki diğer tüm ticaret merkezlerini geçmiş. 20’nci yüzyılın başına kadar Uzakdoğu, Batı Asya ve Avrupa pazarları arasında önemli ticari bir merkez olmuş.
Denilen o ki, Penang’ın merkezi olan George Town’da 19. Yüzyılın başında yaklaşık 14 dil konuşuluyormuş.
1829’a gelindiğinde, Çinliler Penang’ta çoğunluk haline gelmiş.
Kısa süre sonra ticareti elde tutan Çinli ve Avrupalıların kentlerde, Malayların ise köylerde yaşadığı bir toplumsal yapı ortaya çıkmış.
Çok kültürlü bir yapı var
Bugün Penang, anakaraya köprü ile bağlanmış durumda ve yaklaşık 2 milyon nüfusu var. Bunun yüzde 80’ini Çinliler ve Malaylar; geri kalanını da Hindistan’dan, Avrupa’dan ve Burma’dan gelenler oluşturuyor. Penang’ta hemen herkes İngilizce biliyor. Yerel halk, Hokkien Çin lehçesinin dilbilgisi yapısına sahip İngilizce temelli Malezya İngilizcesi “Manglish” konuşuyor.
Malezya hükümetinin Malayların gelişini teşvik eden siyasetiyle birlikte 2010 yılından sonra demografik yapı değişmiş.
Malaylar, Çinlilerin önüne geçip çoğunluk olmuş.
Bunun nedeni, Batılı ülkelerin buraya çok sayıda fabrika açmış olması. Şehir merkezine yarım saat uzaklıkta Penang Bayan Lepas Uluslararası Havalimanından George Town’a gelirken yol boyunca, Intel, Dell, Motorola, Hitachi, Bosch and Seagate gibi yüksek teknoloji firmalarının fabrikaları göze çarpıyor.
Malaylar bu fabrikalar için ucuz iş gücü…
Diğer yandan aralarında azımsanmayacak oranda Batılının da bulunduğu yabancılar Penang nüfusunun yüzde altısını oluşturuyor.
Birçoğu, uzun süreli vize almayı kolaylaştıran Malaysia My Second Home (MM2H) adlı bir programdan yararlanıyor.
İklimiyle, florası ve faunasıyla cennet gibi olan bu küçük adadaki yoğun sanayileşme aynı zamanda ciddi çevre sorunları beraberinde getirmiş.
Penang’ı çevreleyen denizlerin çok temiz olduğu söylenemez.
Özellikle Avrupa kökenli şirketlerin fabrikalarını buraya kurması sadece ucuz iş gücü nedeniyle değil.
Bunlar, Avrupa Birliği’nin atıklar, özellikle de kimyasal atıklar konusundaki ağır kısıtlamaları nedeniyle Güneydoğu Asya’ya gelmişler.
Malezya’da böyle kısıtlamalar pek yok. Olanlar da son derece basit. Yani, Yaşlı Kıta temiz kalsın, senin ülken pislik içinde yüzsün yaklaşımı söz konusu…
O yüzden etraflarını fütursuzca kirletiyorlar. İşin ilginç yanı, Batılı ülkelerden gelen turistler, Batılı şirketlerin kirlettiği denizlerde yüzüyor, atıklarını boşalttığı ormanlarda yürüyüş yapıyor, kimyasallarla zehirlenen tarım arazilerinden yetişen ananasları, hindistan cevizlerini, muzları yiyor.
Ahmet Kaya’nın dediği gibi, bu ne yaman çelişki anne…
Gezmişin izleri her yerde
Aynı zamanda Penang’ın Doğu ile Batı arasında önemli bir ticaret merkezi olması Batılı şirketler açısından “Şam’da kayısı”…
Denizleri ve doğayı kirleten sadece fabrikaların atıkları değil. Penang’taki kanalizasyon da hiçbir arıtmaya tabi tutulmadan denize bırakılıyor.
Üstelik, Ada genelindeki bütün kanallarının üstü açık. Caddelerin kaldırımlarla birleştiği çizgideki pis su giderlerinin içinden lağım aktığını görebiliyorsunuz.
Sivrisinek yuvası olmasının yanısıra kokusu da cabası…
Penang’ın kültürü, sanatı, mutfağı ile Malezya’nın bir başka adası olan Lankawi’yi sonraki yazının konusu yapalım ve şimdilik noktayı koyalım.